*

SON GÜNCELLEME ☛ ☛ 08.03.2016 #Sosyalist Küba ***

TAKİP EDİN

8 Mart 2016 Salı

#Sosyalist Küba


İşte emperyalistleri korkutan, Kübalıların ve Küba Devrimi’nin gerçekliğinden birkaç kesit: 

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’ne göre her gün 35.000 çocuk açlıktan ölüyor. Bunların hiçbiri, ama kesinlikle hiçbiri Kübalı değil. Çünkü Kübalı bebeklerin süt şişeleri her sabah kapılarının önüne bırakılır. Ayrıca halkın temel gıda maddeleri devlet güvencesi altındadır. Bu ne bir yalan ne de bir slogandır, bu Küba’nın gerçekliğidir.

Dünyada milyonlarca çocuk sağlık hizmetlerinden yoksun. Her gün 24 bin çocuk kızamık, sıtma, zatüre ve kötü beslenme gibi önlenebilir hastalıklardan ölüyor. Bir milyondan fazla çocuk da fahişeliğe zorlanıyor. Bunlardan hiçbiri, kesinlikle hiçbiri Kübalı değil. Bu ne bir laf ne de bir aldatmacadır, bu Küba’nın gerçekliğidir.

Dünyada 200 milyondan fazla çocuk sokaklarda yaşıyor. 218 milyon çocuk zihinsel, fiziksel ve duygusal gelişimlerine zarar veren işlerde çalışıyor. Bu çocukların hiçbiri, ama hiçbiri Kübalı değil. Bu ne bir sahtekârlık ne de bir propagandadır, bu kesinlikle Küba’nın gerçekliğidir.

Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü’nün 2009 yılı raporuna göre dünyada 101 milyon çocuk okula gidemiyor. Her yıl 18 yaş altı 64 milyon çocuk zorla evlendiriliyor. Bunların hiçbiri, kesinlikle hiçbiri Kübalı değil. Bu ne bir aldatmaca ne de bir propagandadır, bu Küba’nın gerçekliğidir.

Dünyada yüz binlerce genç ilk ve orta öğrenimden sonra yoksulluk nedeniyle eğitimlerine devam edemiyor. Bunların hiçbiri, kesinlikle hiçbiri Kübalı değil. Çünkü Küba’da bütün çocukların ve gençlerin sınırsız ve parasız (eğitim malzemeleri dâhil) eğitim hakkı vardır. Küba’da okuma yazma oranı yüzde 99,8′dir. Ayrıca, Küba binlerce yoksul ülke öğrencisine ücretsiz üniversite eğitimi de sağlıyor. Bu ne bir reklâm ne de bir yalandır, bu Küba’nın gerçekliğidir.

Dünyada binlerce cahil yetişkin var. Küba’da üniversite eğitimi almak isteyen yaşlılar için ülkenin her tarafına yayılan 690′dan fazla sınıf ve 299 yan kuruluşa sahip 19 yetişkinler üniversitesi ve bunlardan son on yıl içinde mevzun olan 70.806 yaşlı insan var. Bu ne bir laf ne de bir aldatmacadır, bu Küba’nın gerçekliğidir.

Küba, en çok kadın temsilciye sahip parlamentolar sıralamasında, Amerika Kıtasında birinci, dünya sıralamasında en üstlerde yer alır. ABD Parlamentosunda kadınların temsil oranı yüzde 17, Küba Parlamentosunda yüzde 43′tür. Bu ne bir kandırmaca ne de bir propagandadır, bu dünyanın en iyi haklarına sahip Kübalı kadının gerçekliğidir.

Ocak 2009 sayımına göre dünyada 100 milyon evsiz var. Yalnız New York’ta 37.000 evsiz bulunuyor ve bu sayı her yıl yüzde 34 oranında artıyor. Küba’da sokakta yatan hiç kims
e yok. Küba’da halkın yüzde 85′i kendi evinin sahibidir ve kiralar aylık gelirin yüzde onunu geçemez. Bu ne bir yalan ne de bir propagandadır, bu Küba’nın gerçekliğidir.

Dünyada yoksul halklara yardım eden binlerce doktor var. Bunların, en ücra köşelerde çalışanlarından büyük bir çoğunluğu Kübalıdır. Bu ne bir aldatmaca ne de bir propagandadır, bu Kübalının gerçekliğidir.

Dünyanın neresinde bir felaket olursa Kübalı kısıtlı kaynaklara sahip olmasına rağmen oradadır. Küba, 20 yüzyılın en büyük felaketlerinden biri olan Çernobil kazasından zarar gören 24.000 Ukraynalı çocuğu, ayrıca benzer bir kazanın kurbanı olan Brezilyalı çocukları, bir kuruş almadan tedavi etti. Bu ne bir hayal ne de bir laftır, bu kesinlikle Küba’nın gerçekliğidir.

Dünyada, yalnızca bir tane Mucize Operasyon (Operación Milagro) kampanyası var. Bu kampanyanın kurulmasına öncülük eden, Venezüella’yla birlikte kuran ve içinde çalışan Kübalı sağlıkçılar, bugüne kadar bir buçuk milyondan fazla Güney Amerikalı yoksulu bir kuruş almadan görebilme yeteneğine kavuşturdular, kavuşturmaya da devam ediyorlar. Bu ne bir hayal ne de bir propagandadır, bu Küba’nın gerçekliğidir.

Dünyada, birçok dalda binlerce uzman, yoksul halklara yardım ediyor. Kimsenin gitmediği, en ücra köşelerde çalışan bu uzmanların büyük bir çoğunluğu Kübalıdır. Bu ne bir aldatmaca ne de bir propagandadır, bu Kübalının gerçekliğidir.

Daha fazla kar amacıyla yetiştirilen, genleriyle oynanmış gıdalar sağlığı tehdit ederken, dünya organik tarıma geri dönmeye çırpınırken, Kübalı organik tarım ürünleriyle hem de çok düşük fiyatlarla beslenerek dünyaya organik tarım dersi vermeye devam ediyor. Bu ne bir aldatmaca ne de bir laftır, bu Küba’nın gerçekliğidir.

Küba’da kimse yargılanmadan, savunma hakkını kullanmadan hapsedilemez. Küba’da siyasi mahkûm yoktur. Emperyalistler tarafından “Siyasi tutuklular” olarak tanıtılan 70 kişi anayasal sistemi yıkmak amacıyla yabancılardan, özelliklede ABD’den para alan ajanlardır. Bu ülkede siyasi cinayetler, kayıplar, kaçırılma korkusu, dinsel baskı, ırk ayrımcılığı yoktur ve bu bir yalan değildir, bu Küba’nın gerçekliğidir.

Diğer ülkelerde sırtını egemenlere dayamış ya da onların bağışlarıyla kurulmuş siyasi partiler var. Bunlardan Küba’da bir tane bile yok. Tek parti diktatörlüğü diyenlerin aksine Küba’da seçimlerde aday gösteremeyen, adaylardan kimseyi destekleyemeyen tek bir parti var, Komünist Partisi. Çünkü Küba’da adayları parti değil, kitle örgütleri kongrelerinde kendisi belirler. Yani Küba’nın örgütlü halkı belirler. Adaylar partili olmak zorunda değildirler. Adaylar seçilmek için bir kuruş harcamazlar. Oy kullanma yaşı 16′dır. Bizdeki ya da ABD’deki gibi seçim kampanyaları da yoktur. Devlet tüm masrafları üstlendiği için halka kendini kabul ettirebilen herkes milletvekili seçilebilir. Kısacası Küba’da her Kübalı bir siyasi partidir. Dünyada pek çok zengin milletvekili var. Bunlardan Küba’da bir tane bile yoktur. Çünkü Küba’da milletvekilliği hizmet amacıyla tamamen gönüllü yapılan bir iştir. Bu iş için maaş almazlar. Küba’da milletvekillerinin ne ayrıcalıkları ne de servetleri vardır. Seçildikten sonra eski işlerine devam ederler. Küba’da milyarların harcandığı, altınların dağıtıldığı, avaz avaz bağırılarak geçirilen bir seçim süreci yaşanmamasına rağmen şimdiye dek, en düşük seçime katılım oranı yüzde 95,2′dir. Küba’da Parti ve milletvekilleri sadece kendi gerçekliklerini gerçekleştirmeye rehberlik ederler. Bunlar ne bir hayal ne de bir sahtekârlıktır. Bu Küba’nın gerçekliğine, neden düşman olunduğunun en belirgin özelliklerinden biridir.

Küba’yı terörist ülkeler listesine dâhil eden, insan haklarına saygıya davet eden Kuzey Amerika’nın Başkanı Barak Obama Kongre kararlarını veto etme hakkına sahip olurken Küba Bakanlar Kurulu Başkanı, yani emperyalistlerin “diktatör” diye adlandırdığı ülkenin eski lideri, ne Fidel Castro ne de şimdi ki lideri Raul Castro, meclisin üzerinde değildir. Lider, Meclisin kararlarını reddetme yetkisine sahip değildir. Bütün Bakanlıklar halk tarafından seçilmiş meclise tâbidir. Bu ne bir aldatmaca ne de bir laftır, bu Küba Devrimi’nin gerçekliğidir.

Dünyada ekonominin çarkları kâr için döner, Küba’da insan için. Kişisel kârlar için dönmeyen çarklar, Kübalılara olabildiğince adil bir gelir dağılımı, eşitlik ve özgürlük sağlar. 11 milyon nüfuslu Küba’nın bağımsızlığı bir gerçektir ve bu gerçeklik emperyalistlerin akıl dışı politikalar yürütmelerine neden olmaktadır. Bu ne bir kandırmaca ne de bir propagandadır, bu Küba’nın gerçekliğidir.

Dünyada basın özgürlüğü, Küba’da tek yanlı bir basın olduğu söylenir. Basın özgürlüğüne sahip olduğunu söyleyenlerin kitle iletişim araçları, aynı sınıftan birkaç patrona aittir. Basın, sahibinin sesi olmak zorundadır. Küba’da tüm medya araçları (televizyon, radyo, gazete ve dergiler) halk kuruluşlarının ya da kitle örgütlerinin elindedir. Medya patronları yoktur. Küba basını, herhangi bir ülkeye saldırdıklarını, insanları öldürdüklerini, okullara yapılan silahlı baskınlar sonucu öğrencilerin öldüğünü, polisin aşırı güç kullandığını, sabaha karşı evlerin basıldığını, çocukların parasızlık yüzünden öldüğünü, bakan çocuklarının milyon dolarlarını, kirasını ödeyemeyenlerin evlerinden atıldıklarını, ihale ilanlarını ve yolsuzluklarını, aylık işsizlik raporlarını, faturalarını ödeyemeyenlerin hapsedildiklerini, satılan kamu mallarının listesini, sosyal güvencesiz çalıştırılanların işten atıldıklarını, ameliyat parası dilenenlerin haberlerini, “özgür basın” gibi haber yapmaz. Çünkü bunlar Küba Devrimi’nin gerçekliğinin kesitleri değildir.

Küresel Barış İndeksi, 2009 raporlarına göre en iyi ülkeler sıralamasında Küba, ABD’den daha üst sıralardadır. Küba 68. sırada yer alırken ABD 83. sırada bulunuyor. Değerlendirmeyi yapanlar arasında; Uluslararası Af Örgütü, Kolombiya Üniversitesi, Richard Branson, George Russell ve Ted Turner ve Nobel Barış Ödüllü Başpiskopos Desmond Tutu, Dalai Lama, eski ABD Başkanı Jimmy Carter ve eski BM Genel Sekreteri Kofi Annan gibi kişilerin bulunduğunu ve bunlardan hiçbirinin komünist olarak nitelenemeyeceği göz önüne alındığında, bu faklı sonucun daha da değerli olduğu görülecektir.(1) Eğer bu bir yalansa yalancılar da listede adları bulunanlardır.

Dünyada 51 yıldır vahşi abluka altında tutulan tek bir ülke var: Küba. Onun gerçekliğine engel olmaya çalışan bir abluka, onun kaderini kendisinin özgür iradesiyle belirlemesini istemeyen bir kuşatma. İşte bu kuşatmanın ortasında, saldırganın burnun dibinde, sosyoekonomik durumu doğası gibi cennet olmayan adacıkta; olabildiğince eşitliği sağlayarak kendi ayaklarının üzerinde durmayı bilen, ideallerini gerçekleştirmeye devam eden ve boyun eğmeyen bir dev var. Ve bu devin lideri, ilkelerine ihanet etmeden, kendisine servet edinmeden ve hayatını yüzlerce kez tehlikeye atarak Küba’nın gerçekliğini gerçekleştirmek için imkânsızı hayal etti, savaştı ve önderlik etti. Bu ne bir bilim kurgu romanı ne de bir bilimkurgu filmidir. Bu emperyalist canavarı deliye çeviren Kübalıların ve onların Devrimlerinin gerçekliğidir.

Bu gerçekliği kabullenemeyenlerin, tu kaka diyerek dünyayı kandırmaya çalışanların, evlerinin içi pislik dolu. Olanlar önce kendi pisliklerini temizlesinler.
(sendikal org)

4 Ocak 2016 Pazartesi

#ODTÜ’NÜN DONLARI !


1971 darbesinde Sansaryan Han’daki işkenceler sırasında polisler önemli bir
delil buldu; devrimcilerin hemen çoğunda aynı tip mavi ya da kırmızı külot
vardı.
Sordular; “bu donların anlamı ne; mavi ile kırmızının farkı ne; bunlar THKO’nun
rütbeleri mi?”
İşkencedeki sporcu gençler gülmemek için kendini zor tuttu, “bunlar” dediler;
“ODTÜ Spor Kulübü’nün donları!”
Futbolu severlerdi kuşkusuz…
Devrimci Öğrenciler Birliği’nin tümü Beşiktaşlı’ydı. Çarşı’nın devrimciliği
nereden geliyor sanıyorsunuz?
68’lilerden futbol takımı kurulsa Deniz Gezmiş ilk 11’e mutlaka alınırdı.
Deniz’in ayrılmaz parçası Cihan Alptekin de…
Mahir Çayan ise kesin teknik direktör; çok sevdiği futboldan iki bacağına takılan
platin çubukları nedeniyle erkenden koptu.
Deniz Gezmiş sahada kesin hakemi kandırmaya çalışırdı. Onun mizahçı yönü
bilenmeden Deniz Gezmiş portresi yazılabilir mi? Beyaz at üstünde ODTÜ yurdunda
kız arkadaşına serenat yapan bir romantikti o. İdam edildiğinde henüz 25 yaşındaydı.
Aşkı da yaşadılar doyasıya…
Sevgilisini son bir kez daha görmek için saklandığı evden çıkan ODTÜ’lü Koray
Doğan, sırtından yediği polis kurşunuyla sevgilisinin evinin önünde can verdi.
O da 25 yaşındaydı.
O kuşak 1 kişiyi bile öldürmedi; ama tam 43 can verdiler.
Oysa…
Okul koridorlarında gazoz kapağıyla futbol oynayan bir kuşaktı onlar.
Sanmayın ki fasulyesine poker ya da blöflü pişti oynamadılar?
Sanmayın ki kolalı votka içmediler? Ya da rakı?
Emel Sayın konserine gitmediklerini mi düşünüyorsunuz?
Muhammed Ali, Joe Frazier’e yenildiğinde üzülmediklerini mi sanıyorsunuz?
Ya da hiç küfür etmediklerini mi? En güzelini de bir ağız dolusuyla Deniz Gezmiş
ederdi. Ve yine Deniz Gezmiş her fırsatta en sevdiği türküyü söylemez miydi: “Ne
ağlarsın benim zülfü siyahım/ Bu da gelir bu da geçer ağlama/ Göklere erişti
feryadım ahım/Bu da gelir bu da geçer ağlama…”
68 Kuşağı...
Arkadaşım dert yandı:
“Oğluma yatarken hikaye yerine bazı biyografiler anlatıyorum. Picasso, Maradona,
Beethoven, Che, John Lennon, Marilyn Monroe gibi.
Geçen hafta nereden duydu ise Fransız İhtilali’ni anlatmamı istedi?
Anlattım. Ama anlatırken korktum! Aklıma Adnan Cemgil ve oğlu Sinan geldi.
Korktum.”
Adnan- Nazife Cemgil çifti öğretmendi. 1940’lar başında DTCF’deki üniversite
mücadelesinin önde gelen aydınlarıydılar.
Adnan Cemgil işsiz kaldı; hapis yattı, sürgüne yollandı.
Oğulları Sinan Cemgil o zorlu yıllarda 1944’te doğdu.
Sinan Cemgil meraklıydı; babasına-annesine hep sorular sordu. Onlar da
oğullarının anlayacağı bir dille anlattılar.
Nitelikli bir kültür ortamında yetişen Sinan çok başarılı öğrenci oldu.
İngilizce, Fransızca , İspanyolca, İtalyanca öğrendi. Arkadaşlarına Dante’den
İtalyanca dizeler okurdu.
Ünlü Amerikalı artist Clark Gable’nin taklidini yapıp herkesi güldürecek kadar
espriliydi.
ODTÜ Mimarlık’ta öğrenci iken devrimci mücadeleye katıldı. Teorik derinliğiyle
öğrenci liderlerinden oldu.
ODTÜ’de “Hoca” deme adetini Sinan Cemgil başlattı. “Hoca” derlerdi arkadaşları
bilgisinden ötürü
Köylüleri, toprak ağalarına karşı ayaklandırmak amacıyla gittiği Nurhak
Dağları’nda Jandarma tarafından öldürüldü. Sırt çantasından 4 kitap, bir de kuru
soğan çıktı. Yirmi yedi yaşındaydı.
Bir yaşındaki oğluna, 21 yaşında öldürülen arkadaşı Taylan Özgür’ün adını
vermişti.
Oğlunun cesedini almaya giden anne Nazife Cemgil, tabut başındaki meraklı
köylülere seslendi: "Bu oğlum Sinan. Bunlar da onun arkadaşları (Kadir Manga ve
Alpaslan Özdoğan), kardeşleri. Onlar da oğullarım. Bu çocuklar, bu oğullar;
ülkeyi, halkı, sizleri sevdiler. Başka bir istekleri yoktu. Her biri birer
dehaydı. Her biri üstün zekalı güzel çocuklardı. Dileselerdi, düzenin adamları
olsalardı, şimdi burada cansız yatmazlardı. Birer milyoner olurlardı. Ama onlar,
halkı, sizleri sevdiler. Sizin sorunlarınızı omuzladılar."
Arkadaşım yakın tarihin bu acı olaylarını bilen biri.
Üniversite öğrencilerine son yapılanlar arkadaşımı da korkutmuştu; nedeni biricik oğluydu.
Oğlunun Sinan Cemgil’le aynı kaderi paylaşmasından korktu ve tarihsel gerçekleri
anlatıp anlatmama kararsızlığına düştü.
Ona Edip Cansever’in şirini okudum:
“Utancı bilerek yaşamak korkunç/ Daha korkuncu da var: utancı bilerekten
yaşatmak…”
ŞAİRDİLER..
Size 68’lileri anlatmalıyım:
Mahir Çayan’ın şair olduğunu bilir misiniz; “Güneşi batmayan bir ada/Ben ne
şuralıyım, ne buralıyım/Adalıyım… Adalıyım.”
Eşi Gülten Çayan atletti; 400 metrede milli takım seviyesinde bir koşucuydu.
Yakın arkadaşı erkekler 400 metre koşan atlet ise bugünün tanınmış gazetecisi
Osman Saffet Arolat’tı.
Hüseyin Cevahir edebiyat eleştirmenliğine Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde
başladı. Şiir de yazdı. Tunceli Alevi Dedesi torunu Hüseyin Cevahir,
Rolling Stones dinlemeyi de çok severdi. SBF’nin en çalışkan öğrencisiydi;
“devrimci başarılı olmalıdır” diyordu hep arkadaşlarına.
Dürbünlü silahla hedef alınarak öldürüldüğünde 26 yaşındaydı.
SBF’nin efsanevi hocalarından Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya, derslerinden hep tam
not alan Cihan Alptekin’i yakından tanımak için evine davet etti. “Laz uşağı”
Cihan yaşasaydı belki önemli anayasa profesörlerinden biri olacaktı.
Öldürüldüğünde 25 yaşındaydı.
Tunceli’de yakalanıp işkenceyle öldürülen İbrahim Kaypakkaya’nın elinden;
Varlık, Papirüs, Soyut, Türk Dili gibi edebiyat dergileri düşmezdi.
Türk dilinin yapısını, sözcük hazinesini, şiirdeki gücünü ve müzikalitesini
araştıran şair Kaypakkaya öldürüldüğünde sadece 24 yaşındaydı.
DİLLERİNDEKİ ŞARKI; IMAGINE
Delikanlıydılar. İdealisttiler. Devrimciydiler.
Bozulmamış saf bir kuşaktı onlar.
Kızıldere’de katledilen Kazım Özüdoğru gibi, “halka inmeyi” ayakkabı boyacılığı
yapmak sanıyorlardı. İşten atılan Çorumlu belediye işçileri için yürüdüler.
Kürtler için de yürüdüler; Kürtçe slogan atıp, Kürtçe şiirler okudular.
Varto Depremi nedeniyle kan bağışı kampanyası düzenlediler. Azgın Zap Suyu’na köprü inşa ettiler.
Pancar, tütün, fındık, haşhaş mitingleri yaptılar. Tam bağımsızlık için “Mustafa
Kemal Yürüyüşü” düzenleyip Samsun’dan Ankara’ya yürüdüler. Atatürk heykelleri
tahrip edilmesin diye geceler boyu nöbet tuttular.
68’li kızlar da vardı bu eylemlerde; hem de mini etekleriyle.
Hippiler yok muydu? “Özel okullara hayır” yürüyüşünde, uzun saçlı genç
üniversiteli, sarışın kız arkadaşıyla hem sarmaş dolaş yürüyor hem de slogan
atıyordu. O hippi; Kızıldere katliamından tek sağ kurtulan Ertuğrul Kürkçü’ydü.
Hayalleri vardı; dillerinde ise John Lennon’un “Imagine” şarkısı...
SBF’NİN DANS PARTİLERİ..
Mahkemedeki savunmaları sırasında, Mevlana resmi çizip altına
“Ben İnsanım” yazıp, hakime gönderecek kadar bu ülke değerlerine inanan bir kuşaktı.
Resimden, edebiyattan gelmişlerdi.
Ellerinden kitap düşmedi hiç. Nice yazarlar çıkarmaları boşuna değil. ODTÜ
İnşaat’tan “Balık Memet” yani yazar Mehmet Eroğlu’nu okumayanınız var mı?
Dans da ettiler: SBF yatılı öğrencilerinin Salı ve Cuma akşamları 18.45-20.00
arası dans partileri vardı.
Carmina Burana’nın Türkiye’deki ilk bale gösteriminde harikalar yaratan balet
Aydın Erol unutulabilir mi? Ya da; onca işkenceye rağmen cezaevinin soğuk
koğuşunda bale yapan 20 yaşındaki balerin kız Ayşe Emel Mestçi?
Anadolu türkülerini, Dadaloğlu’ndan Aşık Veysel’e şehre getiren 68’liler değil
mi?
Tiyatro da yaptılar; Uluslararası Üniversite Tiyatroları Festivali’nde üçüncü
oldular.
FKF ilk başkanı İzzet Polat Ararat’ın DTCF tiyatro bölümü öğrencisi olması tesadüf mü?
ODTÜ Sosyalist Kültür Kulübü üyeleri Ali Artun ve Yılmaz Aysan’ın bugünün
tanınmış sanat galerisi Nev’in sahipleri olması, o dönem birikiminin ürünü değil
mi?
Dağcılık kulüplerini üniversitelerde ilk kimler kurdu sanıyorsunuz? Türkiye’de
bu sporun gelişiminde 68’li Fikret Gürbüz, Tuncer Gürdil, Uçmaz Sungur, Sönmez
Targan ve nicelerinin katkıları unutulabilir mi?
Ardı ardına şampiyon olan efsanevi İTÜ basketbol takımının temelini TMTF İkinci
Başkanı Cavit Savcı atmadı mı?
Maratoncu Mehmet Yurdadön ülkeye madalyalar kazandırmadı mı?
ODTÜ’lü Ömer Gürcan cezaevine sokulmasaydı, idam edilen babası
Fethi Gürcan gibi ülkemizi binicilikte birincilik kürsüsüne çıkarır mıydı?
SBF’nin tanınmış milli güreşçileri Necati Sağır, Mustafa Aynur aynı zamanda
THKP-C’li değil miydi?
Bugün judo ve karate de madalya alanlar, bu sporun gelişmesinde büyük emeği olan
Murat Özdabak’ı anımsar mı? Peki ya boksörler milli sporcu Taşkın Konuralp’in
adını duymuş mudur?
ODTÜ Motor Kulübü’nün kurucularından Tayfur Cinemre motosikletiyle kimleri
taşımadı ki; Ulaş Bardakçı, Yusuf Aslan, Cihan Alptekin…
Fenerbahçe takımında yelken yapan Taner Türkantöz Mahir Çayan’ın en yakın
yoldaşıydı.
Hangisini yazayım?
68 kuşağı bu özellikleriyle neden anlatılmaz?
Oysa…
Toplumsal bir gelecek hayali kuranlar bu mirası her yönüyle bilmelidir.
HALA 68’Lİ BİR DEVRİMCİ:
YAŞAR YILMAZ
İstanbul Teknik Üniversitesi inşaat bölümü öğrencisiydi.
İTÜ Öğrenci Birliği başkanlığını Harun Karadeniz’den sonra devraldı.
Hakkari’ye “Zap Suyu üzerine Devrimci Gençlik Köprüsü” yapmaya giden 84
devrimciden biriydi. Deniz Gezmiş’in yakın yoldaşıydı.
Devletin ceberut baskısından her 68’li gibi o da nasibini aldı:
1971 darbesinde Ziverbey Köşkü ve Harbiye’de ağır işkencelerden geçti.
Yaşadıkları; 2,5 yıl cezaevi arkadaşlığı yaptığı Yılmaz Güney tarafından yazılan
“Sanık” adlı öyküye konu oldu. Mahkemedeki savunmasını ise “Söz Sanığın” adlı
kitabında kendi yazdı.
Maltepe ve Selimiye cezaevlerin de 5,5 yıl yattı. Hapisten sonra hep “sakıncalı” oldu; ekmeğini taştan çıkardı.
Sonra bir gün karar verdi; mühendisliği bıraktı; “ülkeme hizmet etmeliyim” diye
düşündü.
Anadolu topraklarını 2,5 yıl karış karış dolaştı.
Unutulmaya yüz tutmuş, sahipsiz bırakılmış, 115 antik kentteki 119 antik
tiyatroyu inceledi. “Anadolu Antik Tiyatroları” adıyla kitaplaştırdı.
Bu çalışma Kültür Bakanlığı’nı heyecanlandırmadı.
Fakat Avusturya Kültür Bakanlığı, Yaşar Yılmaz’ı Salzburg’taki Mozart
Üniversitesi “Antik Çağda Akustik ve Ses Dağılımı” konusunda konuşma yapmaya
çağırdı.
Çünkü bugüne kadar bilinmeyen 2 önemli bulgu keşfetmişti.
İlki sesin iletilmesiydi: Sahnedeki oyuncu, şarkıcı, konuşmacı ya da müzik
aletinden çıkan sesin 20-25 bin kişilik açık hava tiyatrosunun en uzak
basamaktaki izleyiciye kadar gidebilmesini, o dönemin mühendisleri orta yola
“sırtlı koltuklar” yerleştirerek sağlamışlardı. Ses, koltuğun sırtlığına çarpıp
yukarı basamağa kadar çıkabiliyordu.
İkinci buluş ise bugüne kadar düşünüldüğü gibi ilk tiyatro Antik Yunan uygarlığı
döneminde değil, Erken Dönem medeniyetleri döneminde yapılmıştı ve ilk açık hava tiyatroları taş değil ahşaptı.
HIRSIZLARIN PEŞİNDE BİR 68’Lİ..
68’li devrimci Yaşar Yılmaz antik tiyatrolar çalışmasını bitirdikten sonra
köşesine mi çekildi. Hayır.
5 yıl önce, Anadolu’dan yağmalanan tarihi eserlerin ve kültürel varlıkların
peşine düştü. ABD, İngiltere, Avusturya, Almanya, Danimarka, Rusya, ve
Yunanistan’a gitti. Yüzlerce müze gezdi.
Türkiye’den kaçırılan 40 bin eseri buldu ve fotoğraflarını çekerek belgeledi.
Neler bulmadı ki:
Paris Louvre Müzesi: Mağnesia'daki ünlü mermer tapınak kabartmaları, Asos'dan
sökülen tapınak parçaları ve yüzlerce dev boyutlu mermer, bronz heykeller.
Hitit, Urartu, Bizans, Selçuklu, Osmanlı eserleri.
Londra British Museum: Ksantos'dan (Eşen-Antalya) Nereitler anıtı, Knidos'tan
(Datça) 600 civarında büyük boy heykel, Mozeleum (Bodrum'daki ünlü, dünyanın 7. harikasının mermer süslemeleri ve heykelleri).
New York Metropolitan Müzesi: Sardes'ten (Salihli) sütun ve diğer eserler,
Bergama'dan büyük bronz heykel, Priyene, Milet ve Efes'ten heykeller, mermer
lahitler, Kültepe'den (Kayseri) Sümer-Asur dönemi eserleri.
Boston Müzesi: Asos eserleri
Washngton Dumborton Oaks Müzesi: Antakya mozaikleri ve Bizans eserleri.
Baltimore Müzesi: Antakya mozaik koleksiyonu.
Ch icago Sanat Müzesi: Selçuklu- Osmanlı eserleri.
Chicago Üniversitesi Şark Eserleri Enstitüsü Müzesi: Alişar eserleri.
Los Angeles Getty Villa : Burdur- Antalya yöresinden Kremna mermer kadın
heykelleri.Viyana Ephesus Müzesi : 50 m 'ye yakın mermer duvar frizleri Efes'ten
giden binlerce eser.
Berlin Alte Müzesi : Priyene, Milet'ten mermer heykeller.
Berlin Pergamon (Bergama) Müzesi : Büyüktapınak, Milet ve Priyene'den
tapınaklar, Zincirli'den Hitit tapınağı, Hattuşaş'dan heykeller, 33 metreye 14
metrelik dev boyutlu Milet pazaryeri giriş duvarı ve Selçuklu dönemi camilerine
ait eserler.
Tübingen Üniversite Müzesi: Antakya'dan heykel ve Troya eserleri.
Danimarka Ulusal Müzesi: Troya eserleri.
Kopenhag David Müzesi: Selçuklu eserleri, Konya'dan türbe sandukası, Cizre
Camii'nin ünlü tokmağı başta olmak üzere 14 ve 16. yüzyıl çini koleksiyonu.
Daha sırada 60 bin eser var.
Yaşar Yılmaz çalışmalarını sürdürüyor.
Evet, 68 kuşağı yazmakla bitmeyecek bir destandır...

Soner YALÇIN

28 Aralık 2015 Pazartesi

#Kürtaj olamadığı için doğurdu ve ‘katil’ oldu

Düşünsenize, 18 yaşında bir kadınsınız, lisedesiniz ve sevgilinizle sevişmişsiniz. İstek dışı hamile kalmışsınız. Hamilelik hakkında hiçbir fikriniz yok. Paranız yok, kürtaj olamıyorsunuz. Ailenize söyleyemiyorsunuz. Her gün gizleyerek, korkudan hiçbir doktor kontrolüne gidemeyerek, 9 ay boyunca ne yapacağınızı bilemeden o bebeği karnınızda taşıyorsunuz. O gün geliyor, sancılar başlıyor, tek başınıza ne yapacağınızı bilemiyorsunuz. Odanıza gidiyorsunuz, aynanın karşısında bacaklarınızı açıyorsunuz, bebeğin başını görüyorsunuz. Ailenizin duymasından korkuyor, bağıramıyor, sessizce ıkınıyorsunuz. Bebek yere düşüyor, kaldırıp kalbini dinliyorsunuz, kalbi çok az atıyor, bebek ağlamıyor. Göbek bağını koparıyorsunuz ve her yer kan oluyor. Panikliyorsunuz, bebeği battaniyeye sarıyor, kanları temizleme çalışıyorsunuz. Bebeğin öldüğünü düşünerek, masanın altına koyuyor ve uyuyorsunuz. Sabah anneniz odanıza giriyor, “hastayım dershaneye gidemeyeceğim” diyorsunuz. Odanızda ölü bir bebek var. Bebeğin babasını arıyor, yardım istiyorsunuz; ama gelmiyor. 1 gün bekliyor ve polisi arıyorsunuz. Tutuklanıyorsunuz, 1 yıl boyunca yargılanıyorsunuz. Bebeğin doğum sırasında değil, bağ koparıldıktan sonra kan kaybından öldüğü ortaya çıkıyor. 19 yaşındayken “kasten yakın akrabayı öldürme” suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile cezalandırılıyorsunuz. Gerekçe: “canlı doğan bebekle aranızdaki bağ olan kordonu koparmanın, bebeğin hayatını riske ettiğini bilmeniz gerekiyordu.” Mahkeme sonrasında “iyi hal indirimi” uygulayarak cezanızı indiriyor. Artık 19 yaşında bir “bebek katilisiniz” ve 25 yıl boyunca bu suç ile parmaklıklar arasında yaşayacaksınız.
Bu kadın İstanbul Bahçelievler’de yaşayan İ.İ.İ’ydi. Hikâyesini mahkemede verdiği ifadeler ve mahkeme kararı haberinden özetledim. Hikâyesi hakkında yazılanları okudum. Lise öğrencisi bir kadın neden sevişmişti? Seviştiyse neden korunmamıştı? Hamile kaldıysa neden destek almamıştı? Neden konu hakkında araştırma yapmamıştı? Nasıl olur da bebeğini öldü sanmıştı? Bu gerçek olamazdı! Her kadın “annelik içgüdüsüne” sahipti, bu kadın ise bir canavardı! Bu planlı bir cinayet olmalıydı! Canavar bir anne, yeni doğmuş bebeğini öldürmüştü!
Bu kadını “bebek katili” ilan eden yargı ve diğerleri, onu bu duruma getiren koşulları hiç sorgulamamıştı. Türkiye’de cinsel sağlık eğitim dersi var mı? Varsa mecburi mi? Bu kadın doğum kontrol yöntemlerinden haberdar mıydı? Ücretsiz doğum kontrol hizmeti var mıydı ki faydalansın? Hoş, İstanbul’da plazalarda çalışan beyaz yakalı erkeklerin “canım ben bir tek seninle sevişiyorum” diyerek korunmadan seviştiği kadınları tanıyorum. “Biz dışarı boşalma yöntemiyle” korunuyoruz diyen eğitimli kadınları tanıyorum. Sanki o bir korunma yöntemiymiş gibi!
Bu kadın ilk günden bu bebeği doğuramayacağını biliyordu, savunmasında “kürtaj olmak istedim; ama param yoktu” demişti. Özel hastanede kürtaj fiyatının 3000 TL’den başladığını biliyor muydunuz? İstanbul’da devlet hastanelerinin çoğunun yasal olmayan bir şekilde “kürtaj yapmıyoruz” dediklerini biliyor muydunuz? Kürtaj haplarının Türkiye’de yasal olduğunu; ama derinlemesine bir araştırma yapmadan ne haplara, ne de bu bilgiye ulaşılamadığını biliyor muydunuz peki? Kürtaj güya Türkiye’de yasal; o da sadece erişimi ve parası olana!
9 ay boyunca göbeğini saklayarak gezen, ailesinden, üzerindeki ahlak ve namus baskısından korkarak hamileliğini geçirmiş bir kadın düşünün. Soranlar olmuş, “nasıl gizleyebilmiş?” diye. Hamileliğini 6. ayında öğrenen kadınlar tanıyorum. Kendi bile fark edememiş olan kadınlar.
“Kordon bağı hakkında araştırma yapmalıydı” diyenler olmuş ki zaten bu cezayı almış olmasının bahanesi de bu! Kendi cinsel organlarımızın detaylı anatomik bilgisine sahip değiliz, doğurganlığımız hakkında herhangi bir eğitim almıyoruz, hamile kalmadıkça, kadın doğum uzmanını ziyaret edene kadar hamileliğin biyolojik detaylarından haberdar değiliz. 9 ay yaşadığı kabusu reddeden, gizleyen, açığa çıkarmamak adına travma yaşayan bir kadından bahsediyoruz! Değil doktor kontrolüne gitmek, doğum sırasında odasında tek başına doğum yapmış bir kadın için nasıl “kordon bağını bağlaması gerektiğini biliyor olmalıydı” denebilir?
Yeşim Ustaoğlu’nun Araf filmini izlemiş miydiniz? Ailesinden hamileliğini gizleyen Zehra karakterinin tuvalette bebek doğurduğu sahne geldi aklıma ilk bu 19 yaşındaki kadının hikâyesinden haberdar olduğumda. Sonra kürtaj olamadığı için vajinasına kesici alet sokarak, kendilerini merdivenlerden aşağı atarak düşük yapmaya çalışan kadınların hikâyeleri. Aldıramadığı bir bebeği bu korkunç yollarla düşürmeyi bile düşünememiş bir kadına, bebeğini bilinçli olarak öldürdüğü için 25 yıl hapis cezası verdiler. Oysa geçtiğimiz aylarda Zonguldak’ta 5 yaşındaki bir kız çocuğuna cinsel istismarda bulunan bir erkek “oruçluydum, ben yapmadım” dediği için indirim almıştı. 8 ay yatıp çıkacak. Zonguldak sokaklarında potansiyel bir cinsel tacizci özgürce gezerken, şu an psikolojik destek alıyor olması gereken bu kadın 25 yıl hapis yatacak.
Sonra neden feminizm? Çünkü Türkiye’de zaten adil uygulanmayan adalet üstüne bir de cinsiyetçi! Çünkü çağdaş hukukun gereği olan ceza indirimleri, Türkiye hukukunda cinsiyetçi yargılarla uygulanıyor! Adliyeleri işgal edecek, hakları eşit koşullarda savunulmayan kadınları savunacak feminist hukukçulara çok ihtiyacımız var! Bu genç kadının içinde bulunduğu koşulları sorgulamadan yargılayan sistemi değiştirmeye çok ihtiyacımız var! Yoksa kadınları katleden kravatlı katiller sokaklarda özgürce gezerken; biz yaşam hakkımız ve bedenlerimiz üzerine almaya çalıştığımız, alamadığımız kararlarımızdan ötürü daha çok hapis yatarız.
@DilaraGurcu