*

SON GÜNCELLEME ☛ ☛ 08.03.2016 #Sosyalist Küba ***

TAKİP EDİN

28 Aralık 2015 Pazartesi

#Kürtaj olamadığı için doğurdu ve ‘katil’ oldu

Düşünsenize, 18 yaşında bir kadınsınız, lisedesiniz ve sevgilinizle sevişmişsiniz. İstek dışı hamile kalmışsınız. Hamilelik hakkında hiçbir fikriniz yok. Paranız yok, kürtaj olamıyorsunuz. Ailenize söyleyemiyorsunuz. Her gün gizleyerek, korkudan hiçbir doktor kontrolüne gidemeyerek, 9 ay boyunca ne yapacağınızı bilemeden o bebeği karnınızda taşıyorsunuz. O gün geliyor, sancılar başlıyor, tek başınıza ne yapacağınızı bilemiyorsunuz. Odanıza gidiyorsunuz, aynanın karşısında bacaklarınızı açıyorsunuz, bebeğin başını görüyorsunuz. Ailenizin duymasından korkuyor, bağıramıyor, sessizce ıkınıyorsunuz. Bebek yere düşüyor, kaldırıp kalbini dinliyorsunuz, kalbi çok az atıyor, bebek ağlamıyor. Göbek bağını koparıyorsunuz ve her yer kan oluyor. Panikliyorsunuz, bebeği battaniyeye sarıyor, kanları temizleme çalışıyorsunuz. Bebeğin öldüğünü düşünerek, masanın altına koyuyor ve uyuyorsunuz. Sabah anneniz odanıza giriyor, “hastayım dershaneye gidemeyeceğim” diyorsunuz. Odanızda ölü bir bebek var. Bebeğin babasını arıyor, yardım istiyorsunuz; ama gelmiyor. 1 gün bekliyor ve polisi arıyorsunuz. Tutuklanıyorsunuz, 1 yıl boyunca yargılanıyorsunuz. Bebeğin doğum sırasında değil, bağ koparıldıktan sonra kan kaybından öldüğü ortaya çıkıyor. 19 yaşındayken “kasten yakın akrabayı öldürme” suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile cezalandırılıyorsunuz. Gerekçe: “canlı doğan bebekle aranızdaki bağ olan kordonu koparmanın, bebeğin hayatını riske ettiğini bilmeniz gerekiyordu.” Mahkeme sonrasında “iyi hal indirimi” uygulayarak cezanızı indiriyor. Artık 19 yaşında bir “bebek katilisiniz” ve 25 yıl boyunca bu suç ile parmaklıklar arasında yaşayacaksınız.
Bu kadın İstanbul Bahçelievler’de yaşayan İ.İ.İ’ydi. Hikâyesini mahkemede verdiği ifadeler ve mahkeme kararı haberinden özetledim. Hikâyesi hakkında yazılanları okudum. Lise öğrencisi bir kadın neden sevişmişti? Seviştiyse neden korunmamıştı? Hamile kaldıysa neden destek almamıştı? Neden konu hakkında araştırma yapmamıştı? Nasıl olur da bebeğini öldü sanmıştı? Bu gerçek olamazdı! Her kadın “annelik içgüdüsüne” sahipti, bu kadın ise bir canavardı! Bu planlı bir cinayet olmalıydı! Canavar bir anne, yeni doğmuş bebeğini öldürmüştü!
Bu kadını “bebek katili” ilan eden yargı ve diğerleri, onu bu duruma getiren koşulları hiç sorgulamamıştı. Türkiye’de cinsel sağlık eğitim dersi var mı? Varsa mecburi mi? Bu kadın doğum kontrol yöntemlerinden haberdar mıydı? Ücretsiz doğum kontrol hizmeti var mıydı ki faydalansın? Hoş, İstanbul’da plazalarda çalışan beyaz yakalı erkeklerin “canım ben bir tek seninle sevişiyorum” diyerek korunmadan seviştiği kadınları tanıyorum. “Biz dışarı boşalma yöntemiyle” korunuyoruz diyen eğitimli kadınları tanıyorum. Sanki o bir korunma yöntemiymiş gibi!
Bu kadın ilk günden bu bebeği doğuramayacağını biliyordu, savunmasında “kürtaj olmak istedim; ama param yoktu” demişti. Özel hastanede kürtaj fiyatının 3000 TL’den başladığını biliyor muydunuz? İstanbul’da devlet hastanelerinin çoğunun yasal olmayan bir şekilde “kürtaj yapmıyoruz” dediklerini biliyor muydunuz? Kürtaj haplarının Türkiye’de yasal olduğunu; ama derinlemesine bir araştırma yapmadan ne haplara, ne de bu bilgiye ulaşılamadığını biliyor muydunuz peki? Kürtaj güya Türkiye’de yasal; o da sadece erişimi ve parası olana!
9 ay boyunca göbeğini saklayarak gezen, ailesinden, üzerindeki ahlak ve namus baskısından korkarak hamileliğini geçirmiş bir kadın düşünün. Soranlar olmuş, “nasıl gizleyebilmiş?” diye. Hamileliğini 6. ayında öğrenen kadınlar tanıyorum. Kendi bile fark edememiş olan kadınlar.
“Kordon bağı hakkında araştırma yapmalıydı” diyenler olmuş ki zaten bu cezayı almış olmasının bahanesi de bu! Kendi cinsel organlarımızın detaylı anatomik bilgisine sahip değiliz, doğurganlığımız hakkında herhangi bir eğitim almıyoruz, hamile kalmadıkça, kadın doğum uzmanını ziyaret edene kadar hamileliğin biyolojik detaylarından haberdar değiliz. 9 ay yaşadığı kabusu reddeden, gizleyen, açığa çıkarmamak adına travma yaşayan bir kadından bahsediyoruz! Değil doktor kontrolüne gitmek, doğum sırasında odasında tek başına doğum yapmış bir kadın için nasıl “kordon bağını bağlaması gerektiğini biliyor olmalıydı” denebilir?
Yeşim Ustaoğlu’nun Araf filmini izlemiş miydiniz? Ailesinden hamileliğini gizleyen Zehra karakterinin tuvalette bebek doğurduğu sahne geldi aklıma ilk bu 19 yaşındaki kadının hikâyesinden haberdar olduğumda. Sonra kürtaj olamadığı için vajinasına kesici alet sokarak, kendilerini merdivenlerden aşağı atarak düşük yapmaya çalışan kadınların hikâyeleri. Aldıramadığı bir bebeği bu korkunç yollarla düşürmeyi bile düşünememiş bir kadına, bebeğini bilinçli olarak öldürdüğü için 25 yıl hapis cezası verdiler. Oysa geçtiğimiz aylarda Zonguldak’ta 5 yaşındaki bir kız çocuğuna cinsel istismarda bulunan bir erkek “oruçluydum, ben yapmadım” dediği için indirim almıştı. 8 ay yatıp çıkacak. Zonguldak sokaklarında potansiyel bir cinsel tacizci özgürce gezerken, şu an psikolojik destek alıyor olması gereken bu kadın 25 yıl hapis yatacak.
Sonra neden feminizm? Çünkü Türkiye’de zaten adil uygulanmayan adalet üstüne bir de cinsiyetçi! Çünkü çağdaş hukukun gereği olan ceza indirimleri, Türkiye hukukunda cinsiyetçi yargılarla uygulanıyor! Adliyeleri işgal edecek, hakları eşit koşullarda savunulmayan kadınları savunacak feminist hukukçulara çok ihtiyacımız var! Bu genç kadının içinde bulunduğu koşulları sorgulamadan yargılayan sistemi değiştirmeye çok ihtiyacımız var! Yoksa kadınları katleden kravatlı katiller sokaklarda özgürce gezerken; biz yaşam hakkımız ve bedenlerimiz üzerine almaya çalıştığımız, alamadığımız kararlarımızdan ötürü daha çok hapis yatarız.
@DilaraGurcu

23 Aralık 2015 Çarşamba

Şehit Kubilay


#Mustafa Fehmi Kubilay
23.12.1930
Saygı ve Minnetle!

Asteğmen Kubilay,23 Aralık 1930’da Menemen'de yobaz Derviş Mehmet'in başında olduğu kışkırtılmış bir grup tarafından katledilmiştir... Cumhuriyet düşmanı yobaz kafa, dünden bugüne Türk Bağımsızlık ve Aydınlanmasının öncüsü durumundaki Mehmetçiğe düşmandır... Aslında Menemen'de Mehmetçiğe kurulan tuzaktan yıllar sonra Ergenekon' la, Balyoz' la Mehmetçiğe çok daha büyük bir tuzak kurulmuştur.


İşin özü şu: Dün de bugün de Türk subayı kör karanlığın hedefi olmaya devam ediyor.... Dün Menemen Olayı bugün IŞİD barbarlığı... Aynı sapkınlık,aynı yobazlık psikolojisi...

Sinan Meydan

15 Aralık 2015 Salı

#Yunan askerlerden bildiri:

Göçmenlere saldırmayı reddediyoruz

Yunan ordusundan zorunlu askerlerin imzasını taşıyan bildiri 'Spartaküs Ağı' tarafından yapıldı. Bildiride Yunan askerleri göçmenlere saldırmayı, takibi ve müdahaleyi reddettiğini ifade etti.

Yunan askerlerden bildiri: Göçmenlere saldırmayı reddediyoruz
Aşağıdaki açıklama, Yunanistan ordusunun 50 birliğinden zorunlu askerlerin imzasını taşıyor. (Yunanistan’da 19-45 yaş arası erkekler için 9 ay askerlik mecburi.) Açıklamanın çarpıcı yönü, ister göçmen olsun, ister asker olsun emekçilere her alanda layık görülen dehşeti aynı şeye bağlaması: Kapitalist sistemin süregiden krizi. Kayıp, paramparça hayatlar süren insanlardan durmadan tavizler isteyenler bu krizde, hepimiz aynı çıkarlara sahibiz. Açıklamayı yapan “Diktyo Spartakos” (‘Spartaküs Ağı’), Yunan ordusu içinde örgütlenen bir devrimci yapı. Yeni Sol Akım (NAR) üyelerinin yanı sıra OKDE‐Spartakos, çeşitli sol yapılar ve anarşistlerden bireyleri de kapsıyor.

İşte o açıklama:

….dikenli tellere takılmış insan parçaları, kumsallara vuran boğulmuş çocuklar, sokaklarda aç insanlar, belgelerini almak için yalvaran insan toplulukları…

Manşetlere yansımadan önce de, biz bu utanç verici görüntüleri Evros [Meriç] Nehri’nde veya adalarda görüyorduk – gerektiğinde köle işçi gerektiğinde ilk elde harcanacak erler olarak zorunlu Absürd Askerlik Hizmeti’mizi yaparken. Gördüklerimiz bizi afallattı, başka şey konuşamaz olduk. Ama gördüklerimizin “yeni normal” haline gelmesini istemiyoruz. Nasıl Yunan halkı aleyhine işleyen kemer sıkma programı ve politikalarını veya emperyalist müdahale ve kirli savaşları kabullenip bunlara alışmadıysak, mültecilerin çektiği azabı da kabul edip ona alışmayacağız. Milliyet, din, toplumsal cinsiyet ayrımlarının ötesinde bizim halkımız da, bizim dünyamız da, tüm işçi sınıfı da aynı azabı çekiyor!

“Artan göçmen dalgası” dedikleri şeyi, savaş ve sürgünden kaçan insanlar oluşturuyor. Doğal bir olay değil, sorumluları var. Sorumlusu kapitalist kriz. Krizi aşmak için haklarımızı çiğniyorlar, bizi açlığa, yoksulluğa, işsizliğe mahkum ediyorlar, göçe mecbur bırakıyorlar. Sorumlusu ABD, NATO, AB, Çin ve Rusya. Finansal çıkarlarını dayatmak için terör ve ölüme başvuruyorlar, yeni düşmanlıklar yaratıp eskileri harlıyorlar, köktendincilikten besleniyorlar. Türkiye, İsrail, Yunanistan ve Arap hükümetleri gibi güçler de bölgesel gerginliği tırmandırmaktan geri kalmıyor.

Çökmüş devletlerden, aşağı milletlerden bahseden de, insanlara çöp muamelesi yapıp süpürme operasyonları düzenleyenler de, devasa alanları sömürünün hakim olduğu insan çöplüklerine dönüştüren de onlar! Burjuvazinin ve onun hükümetlerinin baş düşmanı belli: İşçiler. İster hakları için mücadele etsinler, ister kapitalistlerin askeri operasyonları nedeniyle kovuldukları ülkelerinden kaçak yollardan göç etmeye çalışsınlar. Mülteciler gidecekleri yeri seçemiyorlar, göçmen kitleleri modern zamanların toplama kamplarına dolduruluyor. İşçilerse elbete nerede sömürüleceklerini seçme lüksüne sahip. Elbette kendilerine ihtiyaç kalmayınca ya da koşullarını düzeltmek istediklerinde onlar da kapının önüne koyuluyorlar…

Yunan devleti ve ordusu çözümün değil sorunun bir parçası. SYRIZA‐ANEL hükümeti, Teröre Karşı Savaş’a, emperyalist planlara dahil oluyor, “asimetrik hedeflere” odaklanıyor (göçmenler, sosyal hareketler), savaştan kaçan “iyi” mültecilerle ekonomi kaynaklı “kötü” göçmenler arasındaki sahte ayrıma oynuyor. Silahlı Kuvvetler, muvazzaf subay ve askerlerin yanı sıra biz zorunlu askerleri de “içerideki düşmana” karşı savaşa çağırıyor: geçenlerdeki Parmenion 2015[1] tatbikatında olduğu gibi! Bu ölüm – sömürü – baskı çemberinde, “düşman” Yunanistan ve Türkiye orduları beraberce Ege’de operasyon yürütüyor, ahenk içinde çalışıyor! Dahası, AB’nin çizdiği cephe Cebelitarık’tan başlayıp Ege’ye kadar uzanıyor ve hat boyunca Frontex [AB sınır polisi] belirleyici bir rol oynuyor.

Bir Yunanistan denizaltısı Libya karasularında operasyon yapan Avrupa donanmasına katılıyor. Biz, Evros’taki 16. Tümen ise Edirne yönünden gelen göçmenlere karşı teyakkuz halindeyiz. Güruh Bastırma Operasyonlarına katılmamız emrediliyor. Örneğin, Kos adasında Kalymnos’ta yaşanan dramatik olaylardan sonra vali askeriyeden aç, susuz ve çaresiz göçmenlere karşı silah kullanmasını istedi. Ege’de insanların boğulmasının temel nedeni olan cinai sınır duvarında biz nöbet tutuyoruz.[2]

Göçmenlere saldırmayı, müdahaleyi, takibi reddediyoruz

Biz askerler tüm bu yaşananlara karşı, hem geçmiş hem mevcut suçlara karşı mücadele veriyoruz.

Ordunun içinde ve dışında gelişecek bir kitle hareketinin şunları yapmasını savunuyoruz:

Süregiden katliam karşısında, elimizden gelen yöntemleri kullanarak Frontex, NATO, Avrupa ordusu ve Silahlı Kuvvetleri bloke etmeliyiz. Tutuklama operasyonlarına katılmıyoruz.

Sınır duvarlarının yıkılmasına destek olmalı, yenilerinin yapılmasını engellemeliyiz. Hiçbir asker göçmenlere karşı operasyona çıkan gemilere binmemeli.

Gemi, denizaltı ve uçaklar üslerine dönmeli. İkmalleri yapılmamalı.

Yunan ordusunu göçmenlere veya toplumsal hareketlere yönelik bir bastırma aygıtına dönüştürmeyi reddediyoruz. Toplumsal yapıdaki derin çatlakların üstü örtülsün diye “gönüllü emek” sağlamayı da kabul etmiyoruz. Bizim gözümüzdeki “asimetrik tehdit”, hükümetler ve onları destekleyen çıkar çevrelerinin bize karşı yürüttüğü savaş.

Tüm askerleri bize sadece anlayış göstermeye değil, ortak sınıf çıkarlarımızın farkına varmaya çağırıyoruz. Bizim hayallerimizi yok eden, burjuva kurumları, politikaları ve hükümetleridir.

Haysiyet ve hayatları için mücadele eden mültecilerin bugün yaşadığı şey, yani her tür totaliter mekanizmadan kaynaklanan kesintisiz baskı, bizim içinden geçtiğimiz karabasanla aynı. Parlamenter sistem ile Nazi Altın Şafak örgütü burada aynı safa düşüyor.

Yaklaşan isyanlarda, ezilenler olarak ya birleşmeyi ya da birbirimizle çarpışmayı seçeceğiz.

Bugün bize en fazla yarar sağlayacak somut dayanışma eylemi, meselenin köküne saldırmak olacaktır.

Parçası olduğumuz savaş karşıtı emek hareketi ancak bir sınıfsal, antikapitalist ve enternasyonalist perspektif içinde ilerleyebilir. Mevcut hükümet, onun emperyalistlerle işbirliği ve burjuvazinin baskılarına karşı topyekün direniş, muhalefet ve red halindeyiz.

[İlk metin Yunan ordusunun 38 birliğinden askerler tarafından imzalanmıştır.]

50 Birlikten er ve erbaş tarafından imzalanmıştır

547 Rethymnon Hava Taburu, Sparta KEEM, 616 Piyade Taburu, Avlona KETTH, 535 MK/TP 31. Tugay, Patra KETCH, Mesologgi KEN 2/39 SP, 526 MK/TP, 124 PVE Tripolis, Yüzbaşı Paraschos 29. Piyade Tugayı, ASDYS, 221 EMA Plati Evros, 401 Askeri Hastanesi Yönetim Taburu, Thiva KEPV, 16 TYP, Nafplio KEMCH, Evros Chatzipenti Karargahı, 211 MK/TO 95 LATETH, Araxos 116 PM, 3. Aşçılık Eğitimi Taburu‐Gythio Levazım Bölüğü, 647 MK/TP Litochoro, 50 PEA/AP, SDB Karaiskakis B Bölüğü Karargahı, 219 KICHNE Didymoteicho, 173 MEAP Orestiada, 516 MK/TP, 424 SN Thessaloniki, Evros Vogiatzis Feres Karargahı, 642 TP, Bouga Karargahı, 32 MPP PN, KEN Kalamata, 643 TE Chios, 123 PTE, 618 M/K TO Plati, 296 M/K TE, KAAY Agios Andreas, 93 TYETH Lesvos, 503 TP, 95 TYETH, 22 EMA Petrohori, 25 EMA Petrochori, B EANETH, 107 A/K MMP PEP Didymoticho, 305 SPTCH, 3. EAN Alexandroupolis, 107 Chatzipenti Koufovouno Karargahı, Evros 523 Mavrodentri Kozani.

[1] Parmenion askeri tatbikatı her yıl yapılıyor, ancak 2015’teki tatbikat Yunanistan’ın korumak için AB’den para aldığı Evros [Meriç] bölgesindeki sınır duvarında gerçekleşti. Başbakan Tsipras da sırtına bir havacı montu geçirip tatbikata katıldı ve “Yunanistan’ın sınırları güvenlidir” açıklamasında bulundu. Birkaç gün öncesinde aynı hat boyunca çok sayıda mülteci -İnsan Hakları Gözlem Örgütü’ne göre en az 7 kişi- sınır birlikleri tarafından vurularak öldürülmüştü. (yhn.)

[2] Yunanlı askerler sadece AB’nin kirli işlerini yapıp göçmenleri dışarıda tutmaya çalışmıyor, Yunanlı işçilere de saldırtılıyor. Örneğin 523. Piyade Taburu’ndan zorunlu askerlerin muvazzaflarla beraber 14 Ekim günü Kozani’de bir operasyona katılarak, AEVAL gübre fabrikasını işgal eden işçilere saldırdığı belirtiliyor. Patronun terk ettiği müflis fabrikaya el koyan işçiler işletmeyi çalıştırarak geçimlerini sağlamaya çalışıyordu. (yhn.)

Çeviren:Barış Yıldırım-Başlangıç Dergisi

11 Aralık 2015 Cuma

# Reklamın korkunç bir etkileme gücü vardır


Reklâmlar nasıl bir benlik algısı dayatıyor ?

Reklamlarla her birimize bir nesne daha satın alarak kendimizi ya da yaşamlarımızı değiştirmemiz önerilir. Aldığınız bu yeni nesne der reklam, sizi bir bakıma daha da zenginleştirecektir-aslında o nesneyi almak için para harcayarak biraz daha yoksullaşacak olsanız bile!

Reklam hiçbir zaman bilinen bir zevkin alıcıya yeniden tattırılması olamaz. Reklam hep gelecekteki alıcıya seslenmek zorundadır. Alıcıya satmaya çalıştığı ürünle ya da olanakla çekicilik kazanmış olan kendi imgesini yansıtır. Bu imgeyle alıcıda, kendisinin gelecekte olabileceği durumu özleten bir kıskançlık uyandırır. Bu kıskanılası Ben’i yaratan nedir öyleyse? Başkalarının duyduğu kıskançlıktır elbette. Reklam nesneleri değil toplumsal ilişkileri amaçlar. Reklam zevk değil, mutluluk vaat eder bize; dışarıdan, başkalarının gözüyle görülen bir mutluluk. Kıskanılmanın getirdiği bu mutluluk da çekicilik yaratır.
Seyirci-alıcının, ürünü edindiği zaman erişeceği durumuna bakarak kendini kıskanması beklenir. O ürünle, başkalarının kıskanacağı bir nesne durumuna dönüştüğünü düşünmesi amaçlanır. Bu kıskançlık, onda kendini beğenme duygusunu güçlendirecektir. Bunu başka türlü de anlatabiliriz; reklam imgesi alıcıdan, aslında onun kendisine karşı duyduğu sevgiyi çalar; sonra da bu sevgiyi ona, alacağı ürünün fiyatına yeniden satar.

Bütün reklamlar huzursuzluk duygusunu işler. Her şey paraya dayanır; parayı ele geçirmek huzursuzluğu yenmek demektir. Reklamın dayandığı temel huzursuzluk şu korkudan doğar; Hiçbir şeyin yoksa sen de bir hiç olursun.

Reklamlarda gösterilen her şey oradadır; yalnızca ele geçirilmeyi bekler. Ele geçirme eylemi bütün öbür etkinliklerin yerini almıştır; sahip olma duygusu bütün öbür duyguları silip süpürmüştür.

Reklamın korkunç bir etkileme gücü vardır; reklam aynı zamanda çok önemli bir siyasal olgudur. Oysa reklamın ulaşma alanı geniş olsa da sundukları sınırlıdır. Reklam ele geçirme gücünden başka güç tanımaz. Bütün öbür insan yetileri ya da gereksinmeleri bu gücün buyruğuna verilmiştir. Tüm umutlar toplanmış birbirine uydurulmuş, yalınlaştırılmıştır; sonunda yoğun ama belirsiz, büyülü ama yinelenebilir bir umut sunulur her ürünle birlikte. Kapitalizmin kültürü içinde başka hiçbir umut, doyum ya da zevk türü düşünülemez olur artık.
Reklam bu kültürün yaşamıdır-öyle ki kapitalizm onsuz varlığını sürdüremez- ve aynı zamanda bu kültürün ürünüdür de.

Kapitalizm sömürdüğü çoğunluğu, isteklerini çok sınırlı bir biçimde tanımlamaya zorlayarak sürdürür varlığını. Bir zamanlar bu sonuç çok yaygın bir yoksullukla sağlanıyordu. Bugünse gelişmiş ülkelerde halka istenecek, istenmeyecek şeylerin ne olduğunu, yanlış ölçütleri zorla kabul ettirerek yapılıyor.

John Berger

#Lü



Tibet dilinde beden kelimesinin karşılığı olan lü, eşya gibi "ardımızda bıraktığımız şey" anlamındadır. Ne zaman lü kelimesini kullansak, bu bize sadece geçici olarak bu yaşamı ve bu bedeni kullanan yolcular olduğumuzu anımsatır. Yani Tibet'te insanlar tüm zamanlarını, çevrelerini daha konforlu ve rahat hale getirmek için harcamazlar. Yeterli miktarda yiyecekleri, sırtlarında bir giysileri ve başlarının üstünde bir çatıları varsa hallerinden hoşnutturlar ve bu onlar için yeterlidir. Bizim yaptığımız gibi, sürekli içinde bulunduğumuz şartları iyileştirmeye çalışmak, aklımızı önemsiz konularla karıştırmaktan başka işe yaramayan anlamsız bir çabadır. Doğru düşünebilen herhangi bir insan, bir geceliğine kalacağı otel odasını titizlikle yeniden dekore etmeyi düşünür mü?
Bazen çağdaş kültürün en büyük başarısının kendi parlak samsara'sının verimsiz, anlamsız ve akıl karıştırıcı çılgınlıklarını pazarlayış tarzı olduğunu düşünüyorum. Çağdaş toplumlar bana, bizi gerçekten uzaklaştıran her şeyi kutlayıp benimseyen insanlar topluluğu olarak görünüyor. Onlar gerçeği yaşamayı zorlaştırıyor ve bunun varolduğuna inanan insanların da gözünü korkutup cesaretlerini kırıyorlar. Şöyle bir düşünürsek tüm bu hamleler yaşamayı çok sevdiklerini iddia eden bir uygarlık tarafından yapılıyor; ama aslında yaşamın gerçek anlamını kavramanın hasretini çekiyorlar; hiç durmadan insanları "mutlu" etmeyi konuşuyorlar, fakat gerçek mutluluğun kaynağını bulmak yolunda, kişilerin önlerini kapatıyorlar.
Bu çağdaş samsara, endişe ve depresyonu artırarak bizi tüketici makineler haline dönüşmemiz yolunda dikkatle besliyor, çünkü varolabilmek için bizim hırsla yolumuza devam etmemize ihtiyacı var. Çok iyi organize olmuş, çok yönlü ve sofistike olan bu çağdaş samsara bize propagandası ile her açıdan saldırarak etrafımızda neredeyse zaptedilemez bir alışkanlıklar çevresi yaratıyor. Bundan daha çok kaçmaya çalıştıkça, bizim için ustalıkla hazırlanmış olan tuzağına daha fazla yakalanıyoruz. Onsekizinci yüzyılda yaşamış Tibetli usta Jikme Lingpa'nın söylediği gibi: "Bütün algılarının karmaşasıyla hipnotize olmuş durumdaki insanoğlu, samsara'nın kısır döngüsü içinde durmadan, doğru yoldan uzaklaşmış şekilde geziniyor."
Bize mutluluk sözü verip sadece ıstırap sağlayan sabit fikirlerle, yanlış umutlarla, rüyalarla ve hırslarla, sonsuz bir çölde sürünen ve susuzluktan ölmekte olan insanlar gibiyiz. Bizi daha da susamış hale getirmek üzere tasarlanmış bu çağdaş samsara'nın tüm önerdiği şey ise bir bardak tuzlu su.
Sogyal Riponche

3 Aralık 2015 Perşembe

#Ağırlaştırılmış Müebbet

BELKİ HUZUR BULMUŞTUR


#ÖzgecanAslan

Özgecan Aslan davasında indirimsiz karar: Üç sanığa da ağırlaştırılmış müebbet

Tarsus’ta vahşice öldürülmesiyle Türkiye’de kadın cinayetlerinin simgesi haline gelen Özgecan Aslan davasında üç katil zanlısına da ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verildi.


‘Bu karar öldürülen tüm kadınlar için geçerli olsun’

@kadincinayeti

27 Kasım 2015 Cuma

# Sonra o gözlerimizle çocuklara bakıyoruz.

Önce uçak vuruldu.
Yanan uçağın düşüşünü seyrettik.
Sonra düşen uçaktan iki pilot paraşütle atladı.
Onları vurmaya çalışanları seyrettik.
Bir ses “Vurma, esir geliyor, esir” diye sevinçli bir telaşla bağırdı.
Silahı ateşleyen onu dinlemedi.
Düşürülen uçaktan canlı kurtulanları kuş avlar gibi avlamanın peşine düştü.
Biz olan biten her şeyi seyrettik.
Evlerimizde, işyerimizde, yolda yürürken, tam kahvaltı hazırlarken, tam valiz toplarken, tam çocuğa yemek yedirirken, tam tıraş olurken, tam kapıdan çıkacakken, tam duşa girecekken, tam duyduğumuz bir şeye gülecekken...
Gözümüz o görüntülere takıldı, kulağımız o sesleri duydu.
Duvarımızda kocaman ya da elimizde ufacık ekranlar; gözümüzün önünde kuş gibi avlanan insanlar.
Savaşı seyrettik, bir oyun seyreder gibi.
Kafa kesmeleri, kurşuna dizmeleri, kadınların taşlanarak öldürülmesini, sokaklarda yapılan infazları aynı gözlerle seyrediyoruz.
Sonra o gözlerimizle çocuklara bakıyoruz.
Sevgililerimize bakıyoruz, arkadaşlarımıza, hayvanlara ve vitrinlere ve heykellere bakıyoruz.
Gökyüzüne bakıyoruz, bulutlara, ağaçlara, nehirlere, sokaklara, kuşlara...
Sonra savaş çıkıyor.
Hukukuyla, usulüyle, kurallarıyla, şartlarıyla.
Bu sefer aynı gözlerle cesetlere bakıyoruz; parçalanmış vücutlara, yaralanmış insanlara, göç edenlere, kaçanlara, saklananlara...
Bizi kendimizden bile uzaklaştıran ve gerçeğin ne kadar sert olduğunu unutturan bir ekrandan.
Uzaktan... Ama aslında yakından.
Bizi kim, ne zaman, neyle terbiye ettiyse...
Asker başka, insan başka bir şey sanıyoruz.
Uzaktaki başka, yakındaki başka.
Putin başka, Erdoğan başka, Obama başka, Esad başka.
Rus başka, Türk başka, Amerikalı, Suriyeli başka.
Oysa hepimiz, en yakınındakine bile düşman olmaya ve düşmanını her an kuş gibi avlamaya hazır rezil bir ahlakın birbirine göbekten bağlı bekçileriyiz.
Irklar ve uluslar, diller ve dinler, haklar ve hukuklar...
Topyekûn birleşmişler, koca bir yalandan dev bir yılan olup hayatımızın ortasına kâbus gibi çöreklenmişler.
Stratejik hatalar, politik aymazlıklar, güç gösterileri, güç dengeleri...
Ummalar, bulmalar, blöf yapmalar, kart oynamalar, rest çekmeler, danışıklı dövüşmeler...
Bir müttefik olmalar, bir düşman sayılmalar, paylaşmalar, paylaşamamalar, tehditler, jestler...
Kuş ölüyor; biz uçuşu hatırlamıyoruz...
O yüzden her seferinde kuşla birlikte yeniden yeniden ve yeniden ölüyoruz.
Gözlerimiz gördüğüne yabancı; hafızamız bomboş.
Geçmişte yaşanan onca savaşta sanki hiç ölmemişiz.
Sanki bugüne kadar savaş nedir hiç bilmemişiz.
Oysa hikâye hep aynı.
Savaşı devletler çıkarıyor, insanlar savaşıyor.
Savaşanlar ceset sayıyor; savaşı çıkaranlar para kazanıyor.
Biliyorsunuz değil mi...
Onlar...
O yanan savaş uçağından atlayan pilotlar...
Ve onları havada bir kuş gibi vuran savaşçılar...
Muhtemelen yaşıttılar.
Ve uzun bir tren yolculuğunda karşılaşsalar, neşeyle sohbet edip nazikçe birbirlerinin sigarasını yakacaktılar.

MİNE SÖĞÜT

25 Kasım 2015 Çarşamba

#Rakı


RAKI...!

Dönülmez akşamın ufkundayız azizim...!
Arap aklıyla bize akıl vermeye kalkıyorlar
ama "alkol" kelimesinin kökeni bile Arapça
Peki napalım?
Kullanmamak lazım.
Hatta, yasaklansın.

Rakı ise, özbeöz Türk. "Ne malum?" derseniz.
Nerede, ne zaman ve kim tarafından icat edildiği bilinmiyor. Oradan malum...!
Eğer, biz Türklerden başka bi milletin icadı olsaydı, yazılı tarihi olurdu, şeceresini bilirdik..!

Şampanyanın mucidi Fransız keşiş, Dom Perignon..
1638'de dünyaya gelmiş mesela...
Evliya Çelebi'nin 1635 tarihli seyahatnamesinde "rakı" geçtiğine göre, şampanyadan eski demekki.!
Yani...?
yanisi şu;
Şampanyayı icat eden Dom Perignon,
kundakta ana sütü içerken,
biz aslan sütü içiyorduk..!

Başka "aydınlatıcı" veri var mı.? Vaar..!

Memleketi "ampul" yönetiyor ama,
elektriğin ampulden önce, rakıya faydası olmuştu. Çünkü, elektriğin icadıyla birlikte "buz" üretildi.
Buz üretilince,
"rakıya niye buz koymuyoruz azizim?" keşfi yapıldı. Bu tarihi keşif neticesinde, rakının üstüne buz koymak için daha uzun bardağa ihtiyaç oldu.
Zahmet edip özel bardak icat etmek zor geldiği için de, pratik Türk zekâsı devreye girdi, " limonata bardağı ne güne duruyor muhterem " keşfi yapıldı.

"Asil"dir rakı...!

Bakın, 1900'lü yıllardan bir davetiye aktarayım size ;
"Muhterem efendim,
Teşrin'i saninin 21'inci gününe müsadif Cuma akşamı, Hristo'nun Meyhanesi'nde taam eylemek ve hususi bir eğlence tertip ederek vakit geçirmek istiyoruz. Sizi pek seven cümle dostlarımız teşrif edeceklerdir. Binaenaleyh, icabetiniz bizim içün mücib-i şeref olacaktır. Bu lütfu bizden esirgemeyeceğiniz ümidi ile takdim-i ihtiram eyleriz efendim.Pera sahaflarından Şener Efendi."

Nezakettir, zarafettir..!
Adab-ı muaşerettir."Milli"dir..!

Hem de Üstelik, AKP'nin "milli"sidir..?

Bu arkadaşların döneminde "milli" oldu.
Rakıyı "milli içki" olarak tescilleyen Türk Patent Enstitüsü Başkanı, o makama, AKP tarafından atandı... Eşi de, AKP milletvekili...!
Ki o milletvekili, Suudi Arabistan Riyad Eğitim Fakültesi İslami İlimler mezunudur iyi mi...

Dolayısıyla, "rakı balık Ayvalık" gibi, zincirleme reaksiyonla, AKP'nin "milli"sidir!

"Rakı içeceğinize meyve yiyin,
kavunun yanına 35'lik salkım açın"
filan gibi gayri ciddi yaklaşılamaz ona..!
Ciddiyet ister.
Fava, pilaki, şakşuka, memleket "meze"lesidir..

Yurtseverdir...!
İki tek attın mı " n'olacak bu memleketin hali ?"
diye aslaa endişelenmezdin, aksi olsa...

Evrim Teorisi'nin kanıtıdır..!
fazla kaçırırsan, özüne dönersin,
yani maymun olursun...
Bilimdir...!
Maymun değilsek bile; ne anlamı var onsuz, radika'nın, cibes'in, turp otu'nun, inek miyiz biz? Madem gıcıksın rakıya,
niye balık avlıyorsun boşu boşuna?
Şerbetle mi yiyeceksin lüferi..?

"Fevkalade"dir..
"Aliyül'ala"dır..
''Kadın'' dır...!
1926'da üretime başladığında, rakılarına şu isimleri koymuştu Tekel, Cumhuriyet'in ilk yıllarında.. "Sevim, Elif, Hanım, Denizkızı, Üzümkızı, Jale" isimlerini taşırlardı...
Botoks'tur aynı zamanda.
''Çirkin kadın yoktur, az rakı vardır..!'' mesela...
En kaknemi bile bir başka görünür gözüne,
içilir, güzelleşilir....!

Hayatın anahtarıdır.
Büst gibi oturan adamın bile çenesini açar.
"çilingir" sofrası denmesi, ondan..
Kontörsüz muhabbettir... Kahkahadır...!

İçki içen,
neler yaptığını hatırlamaz; rakı içen hatırlar..! Acısıyla tatlısıyla hatıraları kaydeden
hard disk'tir çünkü...
Tıp bazen çaresizdir. O ilaçtır.
Dişe de, Gurbete de iyi gelir...!

Herkesin gençlik hatası olabilir,
önce bira içersin...
Sonradan para kazanınca,
şarap içmeyi bi matah zannedersin...!
Amerika'da kamyon şoförlerinin içtiği viskiye Etiler'de, Reina'da bi kamyon parası ödersin, o ayrı. Kürkçü dükkânıdır Rakı...,
Döner dolaşır, gelirsin....!

Çocuktur... Ağlarsın...

Orhan Gencebay'dır.
Entel dantel barlarda dinlemeye utanırsın.
Ama hepimiz biliriz ki, ezbere bilirsin...
Tatlıses'tir. Realite'dir...!

Peynir, Rakı, Kavun, (PRK), örgüttür.
Ama, bölücü değil, birleştirici örgüt...!
Türk'ü de içer, Kürt'ü de..!
Çerkez'i de içer Ermeni'si de..!
Laz'ı da içer Yahudi'si de....!
Rumlar öyle bi meze yapar ki,
AB'ye almasalar da helali hoş olsun,
Kıbrıs'ı veresin gelir...!

Orhan Veli'dir...!
"Şiir yazıyorum,
şiir yazıp eskiler alıyorum,
eskiler verip musikiler alıyorum,
bir de rakı şişesinde balık olsam..!"dır.

Şiirdir...!
Dönülmez akşamın ufkudur aynı zamanda...

Ve...,
Mustafa Kemal'dir...Rakı!
Rakı içiyordu diye " sarhoş " demeye getiriyorsan eğer.., "sarhoş kafayla kurup
yücelttiği bu memleketi,
ayık kafayla niye yönetemiyorsun..? "
diye sorarlar adama...!

Oof, oofff çok uzattım...!
Vakit tamam, güneş batmak üzere,
bana müsaade,
*cümleten şerefe...!*

#25 Kasım


STOP VIOLENCE AGAINST WOMEN ! 


19 Kasım 2015 Perşembe

#Allah bize yardım etsin... Milletimize akıl fikir versin !

ATLANTİK KONSEYİ TOPLANDI, DÜNYA ÇETE BAŞLARI TÜRKİYE'DE! 
RUS DIŞİŞLERİ BAKANI ANİ KARARLA TÜRKİYE'YE GELİYOR! 
TÜRKİYE FRANSIZ ASKERİYLE BERABER SURİYE'YE GİRİYOR... AMERİKA SIRITIYOR!
RUSYA ESAD BİRLİKLERİYLE BERABER IŞİD VE ESAD'A KARŞI TÜM UNSURLARI TEMİZLERKEN, ABD, VE FRANSA İSE PKK/ PYD'Yİ KAYIRMA DERDİNDEYKEN SAVAŞ ALANINDAKİ TÜRKİYE NE YAPACAK ?!



Biz pkk'nın TBMM'ye yerleştiği bir ülkede Leyla Zana'nın yeminiyle uğraşırken, Atlantik Konseyi gibi dünya çakallarının bir araya geldiği İstanbul'da , enerji kaynaklarımız üzerine pazarlıklar, Suriye'ye kara operasyonu ile eşzamanlı olarak konuşuluyor...
Küresel çetenin başat 'düşünce kuruluşlarından' Washington Enstitüsü'nün Türkiye Araştırmaları Programı Direktörü Soner Çağaptay, bu sabah basına yaptığı açıklamada, 'başına gelenden sonra harekete geçen' Fransa ve Rusya ile birlikte Türkiye'nin Suriye'nin kuzeyinde IŞİD'e karşı bir kara harekatında yeralacağını söyledi!

ABD havadan kıyımı seyredecek!
'Obama'nın da açıkladığı üzere ABD Suriye'de bir kara harekatına girmeyecektir. Suriye'nin kuzeyinde Fransa ve Rusya ittifak halinde IŞİd'e karşı konvansiyonel bir savaş yürütecektir. Türkiye de müttefiki Avrupa ile birlikte bu kara harekatında yer alacaktır. Burada müttefiklerin hedefleri arasındaki çelişki ilginçtir. Fransa'nın hedefi IŞİD, müttefiki Rusya'nın hedefi ise Esad karşıtı tüm güçlerdir'
ÖZET: 1) TSK Suriye'de kara harekatına sokuluyor! Amerikan yapımı bir provokasyon sonucu savaşa itelenen Fransa ile birlikte kara harekatında piyon oluyor!
2) Suriye devleti yanında yeralan Rusya Esad'a karşı tüm unsurları temizliyor. PKK PYD IŞİD dahil tüm muhalif bölücü unsurlarla savaşacak..
3) Suriye'de dünya güçleri itişip tepişirken Türkiye sahaya sokuluyor ve çıkarları birbirinden farklı güçler arasında ezilmeye müsait bir duruma sokuluyor..
4) gerek enerji sahaları gerekse farklı rakip küresel güçlerin toprak kazanma oyunları arasında kalan Türkiye, askerini ve toprağını koruyamaz duruma getirilebilir.. İçeri soktuğu IŞİD teröristleri ve PKK PYD tarafından arkadan da vurulabilir...
Allah bize yardım etsin...Milletimize akıl fikir versin!

Banu AVAR, 19 kasım 2015

30 Ekim 2015 Cuma

Bi hayIi kırgınım. Kime oIduğunu, neden oIduğunu biImeden. BeIki hayata, beIki kendime, beIkide diIimden düşmeyen keşke’Iere .

Kaynak : Can Yücel Sözleri
http://www.neguzelsozler.com/unlu-sozleri/can-yucel-sozleri.html
Bir hayli kırgınım, kime olduğunu, neden olduğunu bilmeden. Belki hayata, belki kendime, belki de dilimden düşmeyen keşke' lere...

Can Yücel
Bi hayIi kırgınım. Kime oIduğunu, neden oIduğunu biImeden. BeIki hayata, beIki kendime, beIkide diIimden düşmeyen keşke’Iere .

Kaynak : Can Yücel Sözleri
http://www.neguzelsozler.com/unlu-sozleri/can-yucel-sozleri.html

26 Ekim 2015 Pazartesi


CUMHURİYETİMİZİN 92. YILI KUTLU OLSUN !


“Ey Türk Gençliği! 

Birinci görevin, Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyetini sonsuza dek korumak ve savunmaktır.

Varlığının ve geleceğinin biricik temeli budur. Bu temel senin en kıymetli hazinendir. Gelecekte bile seni bu hazineden yoksun bırakmak isteyecek iç ve dış düşmanların olacaktır.

Bir gün, bağımsızlık ve cumhuriyeti savunmak zorunda kalırsan, göreve atılmak için içinde bulunacağın durumun olanak ve koşullarını düşünmeyeceksin!

Bu olanak ve koşullar hiç uygun olmayan bir durumda kendini gösterebilir. Bağımsızlık ve cumhuriyetini yıkmak isteyecek düşmanlar, dünya tarihinde benzeri görülmemiş bir galibiyetin, bir gücün temsilcisi olabilirler. Zorla veya hile ile kutsal yurdun bütün şehirleri teslim alınmış, bütün işletmeleri ele geçirilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve yurdun her köşesi işgal edilmiş olabilir.

Bütün bu koşullardan daha acıklı ve korkunç olanı ise, ülkede iktidara sahip olanlar gaflet, sapkınlık ve hatta ihanet içinde olabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri kişisel çıkarlarını, işgalcilerin siyasi amaçlarıyla birleştirerek düşmanla işbirliği yapabilirler. Ulus, yoksulluk ve sıkıntı içinde ezik ve bitkin düşş olabilir.

Ey Türk geleceğinin evladı! İşte bu durum ve koşullar içinde bile görevin, Türk bağımsızlığını ve Cumhuriyetini kurtarmaktır!

Muhtaç olduğun güç, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.

 Mustafa Kemal Atatürk 
 20 Ekim 1927